Gecenin gösterdiği: Plastik muşamba
Mustafa Kocatürk
Sonda söyleyeceğimiz şeyi başta söylemek ve bunu tekrar tekrar söyleyerek özümsemek gerekiyor: 15 Şubat gecesi tüm televizyonlarda gördüğümüz o rezillik, Türkiye sermaye düzeninin selâsıydı. Kim kaldırır, namazını kim kıldırır orası bilinmez. Ancak zaman akıp diyalektik yolunu bulduğunda bu gece televizyonların yayın kaydı iplerin koptuğu noktalardan biri olarak gösterilecek.
Tabii ki böyle pespayeliklere Türkiye’de ilk kez rastlanmıyor. Türkiye’de gözü aç sermayenin, halkın hoşgörüsüne ve diğerkamlığına sığınır gibi yaparak yardım geceleri tertip etmesi ve orada bir “birlik beraberlik” havası yaratması ilk değildir. Bu sıkça başvurulan ve insanların gözünde “aynı gemideyiz” fikrini somutlaştırma konusunda da oldukça başarılı bir yöntemdir.
Ama ne olursa olsun bu tertipler, düzenin kendini yeniden üretim sürecinin başlatırsa etkili olabilir. Bir kriz vardır, kriz kontrol altına alınmıştır. Her şeyin üzerine bir sünger çekilmesi için düzenin ezenleri, düzenin ezilenlerine; onların ne kadar yanında olduklarını, aynı takımda olduklarını göstererek çarkları yeniden döndürmek için bir rıza üretirler.
Marx’ın 4. soyutlama anlamıyla kullandığı şekliyle sermaye, bir mekanizmalar bütünüdür. Bu mekanizmalar basitçe aynı çarklı içinde hem artı değer birikimini burjuva sınıfında ve onun devletinin araçlarında birikmesini sağlar hem de proleteryanın bu duruma razı olmasının şartlarını hazırlar.
Bu, “sessiz anlaşma” gibi bir çıkar ortaklığı değildir. Bu, sermaye ve onun her noktasına nüfuz ettiği düzenin insanlara, kendilerine ait bir hayat olduğunu unutturma yöntemidir. Evine ekmek götürebilmek için ya bir patronun olması gerekir ya da birilerine patronluk yapman. Gece güvende uyumak için ya askerin gece tuttuğu nöbete minnet duyman gerekir ya da bireysel silahlanman. Sayfalarca uzatabileceğim sahte ikilemler havuzunda sermaye düzeni kendi yolunu bulur, dayatabileceğini -farklı bağlamlarda- emekçi sınıfa dayatır.
Dayatılacak bağlamın belirlenmesinden sonrası rıza inşasıdır. Türkiye emekçi sınıfının içinde bulunduğu kriz, çok fazla şeye rıza göstermek zorunda olmasıdır. Ücretlerin baskılanmasına ve sendikasızlaştırılmaya, yüksek işsizlik rıza üretir. Güvenlikçi neo-liberal devlet yapısı, halkın siyasete katılıma uzak durmasına rıza üretir.
Aslında çürük olduğunu tahmin ettiğimiz evlerde oturmaya devam etmemizin sebebi de Türkiye halkının mülksüzleştirilme sürecinin sonudur. Lanet olsun diyip gideceği bir köyü bile kalmayan Türkiye emekçileri, büyükşehirlerin varoşlarında çürük olduğunu tahmin ettiği evlerde yaşamaya razı kılınmıştır. Ortada birtakım mirasyedi akademik züppelerin iddia ettiği gibi bir toplum ahlakı sorunu bulunmamaktadır.
Bunun gibi süreçlerin birikmesi bir sarmal yaratır. Ancak bu rıza üretim mekanizmaları sonsuz ve kadim değildir. Düzenin kendini yeniden üretmesi dediğimiz şey, bu mekanizmaların hayatın akışında yeni boyutlar kazanarak kendi varlığını sürdürebilmesidir. Bu, akışlar güçlü düzenleri daha da güçlendirmeye yarar ancak kırılgan düzenlerde de bu sarmal kendi ağırlığının içine doğru bükülmeye başlar. Tıpkı bir yıldızın ölme sürecinde iki nötronun çarpışıp yıldızı kendi ağırlığı altında ezmesi ve bir kara delik yaratması gibi.
Sermayenin, düzenleşip hayatın merkezine bir belirleyici olarak oturmasının alamet-i farikası da şu an Türkiye’nin içinden bulunduğu gibi kriz anlarında hızlıca organize olma becerisidir. Bu yazıda devletin depremden sonra gösterdiği ve sorumluların hepsini cinayetle yargılatmaya yetecek bir başarısızlıkla yürüttüğü arama kurtarma ve yardım faaliyetlerini nitelemek istemiyorum. O, apayrı bir yazıda hakkıyla yapılması gereken bir görev. Ancak afetten sonraki sürecin göz göre göre bir facia dönüştürülmesi bu kırılganlığı yaratan en büyük çatlak.
Özellikle Marmara bölgesinde insanların kendilerini depreme karşı kendilerini güvensiz hissetmeleri 1999’dan beri toplumun belleğinden silinmeyen bir duygu. Ancak bu duygunun 6 Şubat depremlerinden sonra “Bari deprem anında ölsek”e evrilmiş olması, Türkiye’de halkın güvenliğinden beslenen rızanın oldukça zayıfladığının çıplak bir göstergesidir.
Yine deprem bölgesinden gelen görüntüler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1980’den beri gelen güvenlikçi politikalarla beraber vermeyi sevdiği “her şeye kadir ve her şeye hakim” pozuna büyük bir leke çalmıştır. Askerler bile depremden 50-60 saat sonra anca bölgeye ulaşabilmişken hem bölgedeki hem de büyükşehirlerden tarifeli otobüslerle yola çıkan gönüllüler 12. saatte kendi imkanlarıyla arama kurtarma ve yardım çalışmalarına başlamıştır.
Bu organizasyonal zaaf o kadar afişe olmuştur ki Türkiye’de devlet insanlarını öldürmek pahasına insanların afet sahasından haber almasını engellemek için GSM operatörlerini bölgeye gitmemesine sessiz kalmış ve üstüne üstlük enkaz altından insanların yardım çağırdığı Twitter’ı kapatmıştır.
Türkiye’nin kriz bürokrasisinin AFAD’ından İçişleri’ne kadar iflasının bu kadar gözler önüne serilmesi, OHAL ilanı ve 15 Şubat günü HDP’nin Pazarcık’taki yardım çalışmalarına kayyum gönderilmesiyle başlayan ve korkarım ki artarak devam edecek olan “gönüllülere baskı ve gözaltı” süreci, sadece bu “lekeyi” derinleştiren debelenmeden başka bir şey değildir.
İnsanlarını çürük binalarda ölüme mahkum eden, bu binaları denetlemeyecek kadar sermaye üzerindeki bürokratik hakimiyetinden vazgeçen, deprem sonrası insanlarına ulaşmayan/ulaşamayan, o insanlara ulaşan gönüllüleri yalnızca cezalandırabilen ve hala kendi egemen toprağındaki yardımları tam anlamıyla organize edememiş bir devletin; herkesin evine zorla soktuğu televizyon yayınında ne yapmasını beklersiniz?
Türkiye için bu cevap çoğu zaman, her sınıftan insanın zoraki de olsa temsiliyet gösterdiği bir “birlik beraberlik” şovu oldu. Ancak 15 Şubat gecesi yaşanan bu muydu?
Bağış gecesi altında en çok bağışı verenler devlet bankaları, en başta -dalga geçer gibi- kendi darphanesi olan Merkez Bankası. Onları devletten ihale alanlar takip ediyor, Türkiye’de saray rejimine en bağlı insanın bile ancak yarım ağızla savunabildiği Mehmet Cengiz bağlantıyla 3 milyar lira bağışlıyor. Onları devlet bankalarına borç takanlar. Onları devletin yarattığı büroratik belediye ve sendika zenginleri.
Adeta düzenin kokuşmuşluğunun geçit töreni.
Bu yaşanan şey rıza üretimine yeniden devam etmek için yapılan bir sözde helalleşme değil. Bu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin düzene dair hakimiyetini ne kadar yitirdiğinin bir göstergesi. Türkiye’de düzen, bu basit piyesi oynamak için bile ancak parayı sağ cebinden alıp sol cebine koyabildi. Düzen, kendi içindeki organizasyonal hakimiyetini yitirmiş durumda.
Bu düzenin çürümüşlüğünün karşısına çıkacak her örgütlü güç bu düzeni devirmeye namzet olacak. Düzenin “camdan duvar”ı artık camdan duvar bile değil, arkasını gösteren ucuz bir plastik muşamba.
O, örgütlü gücü yaratmak için de yapılması gereken şey; sokaktan geçen halkın yardımını sosyalist partilere getirdiği, depremzede vatandaşın “terör örgütü bildiklerimiz bize bakıyor” dediği politik bağlamı derinleştirmek ve ona sahip çıkmak. Devirmek, ayağa kalkmaktan kolay olacak.